Osmanlı’nın Türkiye Cumhuriyeti’ne bıraktığı enkazlardan biri de olmayan eğitimdi. O zamanlar yüksek tahsil kurumu denebilecek sadece II. Abdülhamid’in Ağustos 1900’de kurduğu Darülfünun vardı. Darülfünun, 1926 yılının Mart ve Nisan aylarında Akşam gazetesinin ‘Latin harflerinin kabul edilmesinin yararlı olup olmayacağı’ hakkındaki anketine katılan bazı müderrislerinin, bunun doğru bir hareket tarzı olmayacağı şeklindeki görüşleriyle ünlenmişti. Haziran 1931 de çağdaş anlamda bir üniversite reformu çalışmalarına başlandı. Atatürk, bu çerçevede tarafsız ve objektif bir rapor hazırlaması için Cenevre Üniversitesi’nden Pedagoji öğretim üyesi Prof. Albert Malche’ı Türkiye’ye davet etti. 19 Ocak 1932’de Darülfünun’da kendisine ayrılan bölümde çalışmalarına başlayan Prof. Malche, öğretim üyeleri ve öğencilerle görüşerek, zaman zaman derslere ve hatta sınavlara girip durumu bilfiil gözleyerek düzenlediği 95 sayfalık ayrıntılı raporunu 29 Mayıs 1932’de sundu. Rapora göre Fakülteler arasında bilimsel işbirliği yoktu. Hocalar ders vermekle yetinmekte, araştırma yapmamakta, en basit çevirileri bitirme tezi olarak kabul etmekte, derslerde çok yüzeysel olarak not tutturmaktaydılar. Ders dışında hocaların rehberlik yapmaları söz konusu değildi. Kurum dışında işleri olan hocaların özel işleri ön plana çıkmaktaydı. Aralarında bilimsel işbirliği değil, ayrılık ve çekişme vardı. Tavsiyeler: Darülfünun’un kapatılması, fen ve bilimin güncelliğine uymayan öğretim üyelerinin tasfiye edilmesi, kadro açığının yurtdışından getirtilecek bilim adamlarıyla tamamlanması, disiplinli bir eğitim sisteminin yerleştirilmesi ve gelecek nesil öğretim üyelerinin yetiştirilmesi.
Raporu okuyan Atatürk durumu az ve öz yorumladı: “Bildiğimiz başka, hakikat başka”.
Her şerde bir hayır var
Sonuçta yurt dışından bilim adımı getirtmek gerekiyordu ama nereden, nasıl?
1933 başında Naziler Almanya’da iktidara geldiler. 1 Nisan 1933 günü başlatıkları Yahudi işyerlerine boykot hareketinin ardından Naziler 7 Nisan 1933’de Sivil Kamu Hizmetlerinin Yeniden Yapılandırılması Yasası’nı çıkardılar. Safkan, yani Aryan ırkından olmayanların ve özellikle Yahudileri veya rejim karşıtı (anti-nazi) olanları sindirme, sırasıyla önce işlerinden, daha sonra toplum yaşamından soyutlama ve nihayet yeryüzünden silmeleri sürecinde bilim adamlarını da hedef aldılar. Yahudi kökenli veya sosyalist eğilimli akademisyenlerin bilim ve irfan yuvalarından dışlanarak, faaliyet görmeleri yasaklandı. Artık bu bilim adamlarının yapacakları tek şey kalmıştı: Terk-i diyar etmek.
Frankfurt Tıp Fakültesi Patoloji Enstitüsü öğretim üyelerinden Prof. Dr. Philipp Schwartz Mart 1933 de İsviçre’ye iltica etmek zorunda kalanlardan yani terk-i diyar edenlerden biriydi. İsviçre’de “Notgemeinschaft Deutscher Wissenschaftler im Ausland – NDWA – Yurtdışındaki Alman Bilim Adamlarına Yardım Cemiyeti”nin kurulmasına öncülük etti.
5-25 Temmuz 1933 arasında Prof. Philipp Schwartz, Prof. Albert Malche ve Prof. Rudolf Nissen’in İstanbul ve Ankara’daki temasları sonucunda, Alman bilim adamlarının tesbit edilenlerinin Türkiye’ye davet edilmelerine karar verildi. 31 Temmuz 1933 de Prof. Malche’ın raporuna uygun olarak Darülfünun, kapatılarak yerine İstanbul Üniversitesi kuruldu, mevcut 157 öğretim üyesinden 74’ünün görevine son verildi.
Ord. Prof. Dr. Philipp Schwartz anlatıyor : “Ankara’da uzun bir masa. Masanın başında Milli Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip. Sağ yanında hükümetin “üniversite reformu danışmanı” Prof. Dr. Albert Malche, onun yanındaki koltuk boş bırakılmış. Masanın çevresindeki diğer koltuklara Bakanlık yetkilileri oturmuşlar. Tam saat 14.00’te salona girdiğimde, hepsi hazır, beni bekliyordu ve bana boş koltuğu işaret ettiler. Tam yedi saat, soluğumu tutmuş, Fransızca olarak yürütülen bu önemli toplantıda sorulara yanıt yetiştirmeye çalışıyordum. Ama saat 21.00’de toplantıdan çıktığımda, benden büyük bir merakla haber bekleyen İsviçre’deki arkadaşlarıma telgraf çektim : “Üç değil, otuz.” Otuz sonra üçyüz oldu.”
1 Ağustos 1933’de Üniversite Reformu Yasası yürürlüğe girerken, kontratları imzalanmış ilk etapta sayıları 300 den fazla çoğu Yahudi kökenli bilim adamları aileleriyle beraber Türkiye’ye gelmeye başladılar. İlk grup geldiği zaman Atatürk onları Dolmabahçe Sarayı’nda konuk İran Şahı şerefine verilen bir ziyafete davet edip hepsiyle tek tek görüştü, onlara hoş geldiniz dedi.
Einstein’ın isteği
Naziler iktidarı ele geçirdiğinde Berlin Üniversitesi’nde ders vermekte olan Yahudi fizikçi Albert Einstein, 1933 ilkbaharında Almanya’dan Fransa’ya geçerek hocalığına Paris’teki “College de France”da devam etti. Bu sırada, Nazi tehdidi altında bulunan “Yahudi Halklarının Sağlığını Korumak” için Dünya çapında faaliyet gösteren NDWA gibi Derneklerin “OSE” olarak adlandırılan Paris’teki Birliğinin onur başkanlığını da yapmaktaydı.
Albert Einstein, 17 Eylül 1933’de Ankara’ya “OSE’nin onur başkanı” olarak bir mektup gönderdi. Einstein, “Türkiye Cumhuriyeti Bakanlar Kurulu Başkanlığı”na, yani Başbakanlığa hitaben son derece nazik bir dille yazdığı mektubunda Almanya’daki bazı kanunlar dolayısıyla 40 kişiden oluşan Alman bilim adamı ve doktorun mesleklerini icra edemez hále geldiklerini, çalışabilecekleri ülke aradıklarını, bu kişilerin hiçbir karşılık beklemediklerini ve Türk Hükümeti’nin sözkonusu bilim adamlarını kabul etmesi halinde sadece insani bir faaliyette bulunmuş olmakla kalmayacağını, Türkiye’nin bu kabulden büyük kazanç sağlayacağını da ifade ediyordu.
Ben, sadık hizmetkárınız Prof. Albert Einstein’ “Ekselánsları,
’OSE’ Dünya Birliği’nin onur başkanı olarak, Almanya’dan 40 profesörle doktorun bilimsel ve tıbbi çalışmalarına Türkiye’de devam etmelerine müsaade vermeniz için başvuruda bulunmayı ekselánslarından rica ediyorum. Sözü edilen kişiler, Almanya’da hálen yürürlükte olan yasalar nedeniyle mesleklerini icra edememektedirler. Çoğu geniş tecrübe, bilgi ve ilmi liyakat sahibi bulunan bu kişiler, yeni bir ülkede yaşadıkları takdirde son derece faydalı olacaklarını ispat edebilirler.
Ekselánslarından ülkenizde yerleşmeleri ve çalışmalarına devam etmeleri için izin vermeniz konusunda başvuruda bulunduğumuz tecrübe sahibi uzman ve seçkin akademisyen olan bu 40 kişi, birliğimize yapılan çok sayıda başvuru arasından seçilmişlerdir. Bu ilim adamları, bir yıl müddetle, hükümetinizin talimatları doğrultusunda kurumlarınızın herhangi birinde bir yıl boyunca hiçbir karşılık beklemeden çalışmayı arzu etmektedirler.
Bu başvuruya destek vermek maksadıyla, hükümetinizin talebi kabul etmesi halinde sadece yüksek seviyede bir insani faaliyette bulunmuş olmakla kalmayacağı, bunun ülkenize de ayrıca kazanç getireceği ümidimi ifade etme cüretini buluyorum.
Ekselánslarının sadık hizmetkárı olmaktan şeref duyan, Prof. Albert Einstein”
Dönemin ünlü diş hekimi Sami Günzberg mektubu Einstein’dan elden aldıktan sonra kendi hazırladığı Türkçe çevirisi ile birlikte Başvekalet’e (Başbakanlığa) sundu.
İnönü’nün cevabı
Einstein bu mektubunu yazdığı sırada, Başbakanlık makamında İsmet Bey (İnönü) vardı. Belgenin üzerinde yeralan ve İsmet İnönü’nün elyazısıyla olan nottan anlaşıldığına göre, İnönü, 9 Ekim günü mektubu “Maarif Vekáleti’ne”, yani Milli Eğitim Bakanlığı’na havale etmiş. Milli Eğitim Bakanı, o tarihte Reşid Galip Bey idi.
Albert Einstein’ın mektubunun alt kısmında ve yan tarafında elyazısıyla üç madde halinde yazılmış bazı notlar bulunuyor. Reşit Galip Bey’e ait olabilecek, güçlükle okunan bu notlarda geçen “Teklif, mevzuat-ı kanuniyemizle …değildir“, “Bunları bugünkü şeráite (şartlara) göre kabule imkán yoktur” şeklindeki ifadelerden, teklifin Bakanlık tarafından ilk aşamada kabul edilmediği anlaşılıyor. Bunun üzerine ’İnönü, Einstein’a 14 Kasım 1933 tarihinde Fransızca yazılmış cevabi mektubunu gönderdi. Bu mektubun çevirisi:
“Sayın Profesör
Almanya’yı idare eden kanunlar yüzünden artık bilimsel ve tıbbî çalışmalarını Almanya’da yürütemeyecek olan kırk profesör ve hekimin Türkiye’ye kabul edilmelerini isteyen 17 Eylül 1933 tarihli mektubunuzu aldım.
Bu beylerin hükümetimizin emirleri altında müesseselerimizde bir sene boyunca ücretsiz olarak çalışmayı kabul edeceklerini de not ettim.
Teklifinizin çok cazip olduğunu kabul etmeme rağmen bu teklifinizi ülkemizin kanun ve nizamnameleriyle uyuşturma imkânı görmediğimi söylemek zorundayım.
Sayın Profesör, bildiğiniz gibi kırktan fazla profesör ve hekimi mukavele ile istihdam ettik. Bunların çoğu mektubunuzun konusu olan profesör ve hekimlerle aynı siyasi şartlar içinde bulunmakta ve onlarla aynı vasfa ve kapasiteye sahip. Bu profesör ve hekimler halihazırda geçerli olan kanun ve nizamnamelere uyarak bizde çalışmayı kabul etti.
Şu anda menşei, kültür ve dilleri açısından çok değişik üyeleri ihtiva eden ve hassas bir mekanizma olan bir organizmayı kurmaya çalışıyoruz. Bu nedenle içinde bulunduğumuz şartlarda bu beylerden daha fazla sayıda personel istihdam etmemiz maalesef mümkün olmayacaktır
Sayın profesör, isteğinizi tatmin edememekten dolayı üzüntülerimi bildirir, en derin hislerime inanmanızı rica ederim”.
Belgeler
Einstein’ın mektubu Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi’nde 030.10..116.810.3 sayı altında kayıtlı. Ekinde Einstein’in istihdam edilmesini istediği hekim ve profesörlerin listesi, Sami Günzberg’in dilekçesi, İnönü’nün 5 Kasım tarihli iki, 7 Kasım tarihli tashihli birer cevap taslağı ve nihayet bu tashihler ışığında kaleme alınmış 14 Kasım 1933 tarihli ve İnönü imzalı cevap yazısı yer almakta.
Prof. Dr. Münir Ülgür anlatıyor
Philadelphia’da çalışıyordum ve Einstein’ın da Princeton Üniversitesi’nde olduğunu biliyordum. 1949 yılında bir gün Albert Einstein’ın Princeton Üniversitesi’ndeki sekreterine telefon ettim ve görüşme isteğimi bildirdim. Hiç beklemediğim bir şekilde hemen cevap geldi ve Einstein’ın beni beklediği bildirildi.
‘Eşim ve o zaman 2.5-3 yaşında olan kızımla birlikte Einstein’ın üniversitedeki ofisine gittik. Bizi çok sıcak bir şekilde karşıladı ve bizimle yakından ilgilendi. Küçük kızımı dizine oturttu ve ona piyano çaldı. Onu fevkalade mütevazı bir insan olarak gördük.
‘Bizi hemen kabul etmesinin nedeni, benim Atatürk’ün bir evladı olmamdı. Konuşmalarımız sırasında Atatürk’ü kastederek ‘Siz biliyor musunuz, dünyanın en büyük liderine sahipsiniz‘ dedi. 1933 Üniversite Reformu sırasında Atatürk’ün, kendisinin de Türkiye’ye gelmesini istediğini söyledi ve ‘Arkadaşlarım hep oradaydı ama burada imkânlar çok fazla olduğu için burayı tercih ettim‘ dedi.
1933 yılında Türkiye’ye davet edilen bilim adamları arasında Einstein’ın da bulunduğu ve davetin bizzat Atatürk tarafından yapıldığı ancak Einstein’ın ABD’yi tercih ettiği beyanından anlaşılmaktadır.
Başbakan İnönü ve Bakan Reşit Galip’in olumsuz tavrının muhtemel sebebi bundan kısa süre önce Prof. Philipp Schwartz ile getirtilecek isimler üzerinde anlaşmaya varılmış olmasıydı. Bu bilim adamlarına Türk meslektaşlarına kıyasla çok yüksek maaşlar ödenmesine karar verilmişti. Türkiye’de bir profesör 150 lira aylık alırken, yabancı profesöre 500-800 lira aylık verilecekti. Bu miktar, milletvekili maaşlarının üç katıydı. Yani ilave bütçe yetersizliği ve kadro yokluğu İnönü’nün cevabında etkili olmuş olabilir.
Kimilerine göre gelecek öğretim üyelerinin Yahudi asıllı olmalarından ziyade öncelikle ari ırk yani saf Alman olmaları isteniyordu. Ancak Aryan bilim adamlarının Almanya’da Yahudilerden boşalan pek çok cazip mevkiyi doldurmak varken, olanakları sınırlı Türkiye’ye gelmeye pek gönüllü olmadığı anlaşılmış, bunun üzerine Türkiye yüzünü tekrar Yahudi bilim adamlarına çevirmek zorunda kalmıştı.
Kimileri, Einstein’ın Münir Ülgür’e anlattıklarını, Atatürk’ün mektuptan haberdar olarakdevreye girmesiyle Milli Eğitim’in önce karşı çıktığı teklifinin daha sonra benimsenmiş olduğu şeklinde yorumlamaktadır. Yahudi yazar Rıfat N. Bali bu yoruma, hocaların getirtilmelerine OSE’nin değil, NDWA’nın önayak olduğu gerekçesiyle karşı çıkmıştır. Ancak NDWA da diğer cemiyetler gibi OSE’nin şemsiyesi altındaydı. Bali ayrıca, Prof. Münir Ülgür’ün bunları anlattığında 90 yaşlarında olması nedeniyle doğruluk derecesinden kuşku duyduğunu ifade ediyor. Ancak 90 yaşında da olsa Prof. Dr. düzeyinde bir hafızanın Einstein gibi biri ile sohbetini ve o sırada kendiliğinden Atatürk’ü yüceltmiş olmasını unutması mümkün mü? Ülgür bu önemli olayı 90 yaşına gelinceye kadar özel sohbetlerinde mutlaka defalarca anlatmış olmalıdır. Bali bundan Ülgür 90 yaşındayken haberdar olmuş, açıklaması bu kadar basit.
Aslında Bali’nin itirazlarına bu kadar dikkate almak gereksiz, zira satır aralarındaki itiraflarından hoşnutsuzluğunun, Yahudilerin Kemalist propagandaya malzeme edilmiş olduğu varsayımından kaynaklanandığı aşikar.
O dönemde Türkiye’ye gelenlerin sayısı 300’e kadar çıkmıştı. Bunların arasında Einstein’ın listesindeki 15 tıp profesörü ile 31 tıp doktorundan gelmiş olanlar var mıydı bilinmemektedir. Zira bu isimler Hitler’in hışmına uğramamaları için gizli tutulmuşlardı. ABD’li tarihçi Stanford Shaw Atatürk’ün 1933 de başlattığı Hitler’in öğretim ve bilimden ihraç ettiği insanlardan faydalanmanın, yüzlercesini Türkiye’ye getirterek Türkiye’deki üniversitelerin ve bilim kurumlarının önemli ölçüde geliştirilmesini sağlamanın 1938-1946 arasında Milli Eğitim Bakanlığı yapmış Hasan Âli Yücel dönemi de dahil olmak üzere daha sonra da devam ettiğini vurgulamaktadır. Nazizmden kaçan seçkin Almanlar düzeltilmiş ve çağdaşlaştırılmış İstanbul ve yeni kurulmuş Ankara Üniversitelerinde önemli yerlere atandılar. Kimileri bilimsel araştırma kurumlarının başına geldiler. Oralardan birkaç kuşak Türk bilimcileri yetişti. Ayrıca Almanya dışından gelenler, Budapeşteli, Praglı, Tirollü, Parisli ve Viyanalı olanlar da vardı. Bunlara ek olarak, bilinmeyen, sıradan ve ortalama aydın denecek binlerce kişi daha, İstanbul başta olmak üzere, Türkiye’ye yayılmışlardı. Büyük Atatürk yabancı diller bilen ve kendi çaplarında değerli ama sıradan görünümlü kişileri de arkadaşları, yakınları ve tanışlarının çocukları için özel öğretmen olarak önermişti.
1939 yılında Alman Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Herbert Scurla Türkiye’ye gelerek Maarif Vekili Hasan Ali Yücel’e Hitler’in “Bu bilim adamlarını bize geri veriniz. Size Almanya’nın en parlak beyinlerini gönderelim” mesajını iletti. Ancak İnönü, o sıra Avrupa’nın ve belki de dünyanın en güçlü devleti durumunda olan Almanya ile ilişkilerinin bozulması pahasına da olsa baskıya boğun eğmedi ve profesörler görevlerine devam ettiler. Belli ki İnönü, Hitlerin benzer isteğini 1933 yılında “Bir onbaşı beni cinayetlerine alet edemez” diyerek geri çeviren Atatürk’ün politikasını sürdürmüştür. Scurla’nın dönüşünde Hitler’e sunduğu, Türkiye’nin tutumunu belirten raporu 1987 yılında Alman arşivlerinde bulundu ve Türkiye Araştırmalar Merkezi (Berlin) tarafından kitap haline getirildi.
Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk’ün yabancı değerlerin ülkeye kazandırılması politikasını 2. Dünya savaşı süresince ve sonunda da sürdürdü. Onun da ötesinde, özellikle yurt dışnda görevli Türk diplomatları Nazi işgâli altındaki Avrupa’da yaşayan bazı Yahudileri toplama kamplarından ve ölümden kurtardılar, 2. Dünya savaşında Rus ordusunda savaşırken Almanlara esir düştükleri için Stalin tarafından ölüme mahkum edilen Türk soylu Sovyet askerlerine ve sivil halka pasaport vererek Türkiye’ye sığınmalarını sağladılar. Bunların günümüzde en tanınmışları Prof. İlber Ortaylı ve ailesi ile milli basketbolcu Mehmet Okur’un anneannesi ve dedesidir. Bu konudaki ayrıntılı araştırmamızı OKUMAK İÇİN LÜTFEN TIKLAYIN.
Son sözler
“Türkiye ve Avrupa’daki Türkler hakkında yapılan tartışmalarda isterdim ki, batı dünyası büyük bir yıkım ve tahrip içindeyken Türkiye birçok batılı bilim insanına sadece kapılarını değil, aynı zamanda kalbini açan bir ülke olduğu unutulmasın.“ Susan Ferenz-Schwartz.
“Şaşarak kederle memleketimden sürgün edileceğimi anlamak zorunda kalınca, sadece Türkiye bana kucak açarak kabul etti. Burası benim memleketim. Burdan gidemem ve bana gösterilen iyiliğe karşılık nankörlük edemem.“ Erich Frank
“Batının hastalıklı hızlı tempo alışkanlığını bırkmayı deneyin, doğudan gerçekten birşeyler öğrenebiliriz!“ Andreas Tietze
Bir tarafta Türkiye’yi dünyanın en büyük liderine sahip ülke olarak niteleyen Einstein’ın 160 olan IQ’su (zeka düzeyi), onun methettiği, beğendiği Atatürk’ün büyük dehası diğer tarafta onu kötülemeye çalışan sivrisinek sazdan öteye geçemeyen davul – zurna zırıltıları.
Prof. Münir Ülgür’ün Prof. Einstein ile Princeton Üniversitesinde 1949 tarihli konuşması, Cumhuriyet Gazetesi Bilim Teknoloji Dergisi eki, 20 Ekim 2006, Osman Bahadır imzalı yazı.
0 Yorumlar